“İnsan hakları” kavramının özü, İlk Çağ felsefesinin doğal hukuk anlayışına dayanıyor. Doğal hukuk anlayışına göre insan, “insanı insan yapan” bazı haklarla doğuyor. Söz konusu bu hakların evrensel mutlaklığı ise onları devredilemez, vazgeçilemez, zamana ve mekâna bağlı olarak değişemez kılıyor. Devletlerden hatta toplumlardan çok daha önce var olan insan hakları, günümüzde pozitif hukuk anlayışıyla korunuyor.
1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, tüm insanlığı kapsayan bu hakları güvence altına alan ilk metin. Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından hazırlanan bu bildirgeyle devletler, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumakla görevlendirildi. Bildirgenin kabul edildiği 10 Aralık tarihi ise tüm dünyada Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor.
10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nün Tarihçesi
10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü hakkında bilgi verebilmek için öncelikle geçmişe uzanmak gerekiyor. Zira insanın hak arayışı, neredeyse insanlık tarihi kadar eskiye dayanıyor. İnsan hakları doktrininin tarihsel evrimine bakıldığında karşımıza ilk olarak Magna Carta çıkıyor. 1215 tarihli Magna Carta (Büyük Özgürlük Fermanı), insan hakları alanında atılmış ilk adım. İngiltere kralının haklarını belirli bir ölçüde sınırlayan bu metni, 1628 tarihli Haklar Dilekçesi ve 1689 tarihli Temel Haklar Bildirgesi takip etti.
İnsan onurunu, yaşam hakkını ve özgürlüklerini odak noktasına alan Amerikan Bağımsızlık Bildirisi; 1776 yılında Amerika’da kabul edildi. Bu bildiri, tüm insanların eşit hak ve özgürlüklere sahip olduğunu belirterek devleti bu hak ve özgürlükleri korumakla görevlendirdi. 1789 yılında Fransız İhtilali sonrasında kabul edilen Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirisi’nde ise insanların doğal, evrensel ve devredilemez haklara sahip olduğu ifadesi yer aldı.
İnsan hakları, her ne kadar bölgesel bildirilerle güvence altına alınmaya çalışılsa da bu, her zaman mümkün olmadı. İnsanlık tarihinin gördüğü en acı deneyimlerden biriyle sona eren II. Dünya Savaşı, insan hakları ihlalinin yarattığı yıkıcı sonuçları gözler önüne serdi. II. Dünya Savaşı öncesinde devletlerin iç meselesi olarak kabul edilen insan hakları, savaşın çirkin yüzüyle evrenselliğini bir kez daha tüm dünyaya göstermiş oldu. Savaş süresince yaşanan yoğun ve sistematik hak ihlalleri, insan haklarının daha etkili yöntemlerle korunup güçlendirilmesi gerektiğini açıkça ortaya koydu.
Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Komisyonu, yaşanan bu acı tablo karşısında insan hakları olgusuna daha evrensel bir bakış açıcıyla yaklaşabilmek için bir bildiri hazırladı ve bildiriyi 10 Aralık 1948 yılında kabul etti. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi; her bireyin din, dil, ırk, cinsiyet, ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet ve statü gözetilmeksizin tüm hak ve özgürlüklere sahip olduğunu açıkça ifade etti.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, temel insan haklarının korunması konusunda yönlendirici bir etkiye sahip. Bununla beraber insan hakları kavramı, evrensel niteliğine rağmen hem hukuksal hem siyasal açıdan bölgesel olarak tanınmaya ve korunmaya da ihtiyaç duyuyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ise bu ihtiyaçtan doğan sözleşmeler arasında yer alıyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi; aynı coğrafyayı paylaşan; toplumsal, kültürel ve siyasal açıdan benzerlikler taşıyan devletler tarafından insan haklarının bölgesel düzeyde korunması amacıyla hazırlandı. 4 Kasım 1950 tarihinde Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen bu sözleşme, 3 Eylül 1953 tarihinde yürürlüğe girdi. Türkiye, 10 Mart 1954 yılında kabul edilen bir kanunla sözleşmeyi onaylayan devletler arasına katıldı.
Birleşmiş Milletler’in teşviki ve onayıyla Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen sözleşme, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne bir koruma mekanizması getiriyor. Zira Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu sözleşmeyi hukukun garantisi altına alıyor. Böylece devletler, insan haklarının etkin bir biçimde sağlanması için bazı yükümlülüklerle hukuktan doğan bazı hakları kabul etmiş sayılıyor.
Bir İnsan Hakkı Olarak Ruh ve Zihin Sağlığı

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, ayrımcılığa ve kötü muameleye insanlık onurunu koruyacak şekilde karşı çıkıyor olsa da dünya toplumlarında eşitsizlik sürüyor. Ne yazık ki günümüzde hâlâ bazı gruplar marjinalleştiriliyor, toplum dışına itilerek yalnız bırakılıyor. Zihinsel ve ruhsal sağlık problemleri yaşayan bireyler de bu gruplar arasında yer alıyor.
Dünya genelinde psikososyal engelleri bulunan bireyler, ayrımcılık ve damgalamanın yanı sıra insan hakları odağından uzak, zorlayıcı önlemlere maruz bırakılıyor. Oysa bireylerin ruh sağlığı ile insan hakları arasındaki ilişki, çift yönlü olarak gerçekleşiyor. Temel insan haklarının ihlali, bireyleri zihinsel açıdan olumsuz etkilediği gibi; zihinsel sağlık sorunları, bireyleri hak ihlalleri bakımından yüksek risk altına sokuyor.
Ruhsal sorunlar yaşayan bireyler, ruh sağlığı hizmetlerinden faydalanabilmek amacıyla bireysel hak ve özgürlüklerinden feragat etmek durumunda kalabiliyor.
“Kapalı kurumlar” veya “depo hastaneler” olarak da adlandırılan ruh sağlığı hastanelerinde sürdürülen baskın medikal yaklaşım, bireyin rızasını göz ardı edebiliyor. Ayrıca bireyin kendi adına karar veremeyeceği ya da anlayamayacağı varsayımıyla ona teşhis ve tedavi hakkında bilgilendirme yapılmıyor. Yani sistem, birey adına karar verip tedavi sürecini ondan bağımsız yürütüyor. Her ne kadar ortada bir hizmet alan-hizmet veren ilişkisi olsa da bireyler, bu durumda âdeta nesnelere dönüşüyor. Ayrıca bireyler, psikiyatrik tedavi sonrasında görünür olmayan ya da gizlenen bir tür kısıtlama ve ayrımcılığa maruz kalabiliyor. Toplumların ruh sağlığı sorunları yaşayan bireylere uyguladığı bu dışlama, ne yazık ki konuyu utanç ve korku meselesi hâline getiriyor.
Ruh sağlığı hizmetlerinde insan hakları ihlalinin görülme sıklığı, sorunu global bir boyuta taşıyor. BM Fiziksel ve Zihinsel Sağlık Hakkı Özel Raportörü Dainius Pūras, ruh sağlığı alanındaki eylem ve yatırımların insan hakları temelli desteklere dayandırılması gerektiğini belirtiyor. Ayrıca zihinsel ve ruhsal sağlık sorunlarının ele alınma şeklinin değişmesi gerektiğinin altını çiziyor. Ruh sağlığının önemi göze alındığında, dünya genelinde modası geçmiş yöntemlerden uzaklaşılarak insan haklarına alan açan yaklaşımların benimsenmesi gerektiğini de vurguluyor. Pūras, biyomedikal yaklaşımın hak temelli hizmetlere evrilmesi, toplum liderliğinde iyileştirici ve duyarlı uygulamaların geliştirilerek güçlendirilmesi için küresel bir çağrıda bulunuyor.
Dünya Ruh ve Zihin Sağlığını Koruyabiliyor Mu?

Dünya Sağlık Örgütü, ruh sağlığını “Bireyin kendisini gerçekleştirebildiği, yaşamın stresiyle başa çıkabildiği, üretken ve verimli kalırken topluma katkıda bulunabildiği bir refah durumu.” olarak tanımlıyor. Bu tanım, bireyin topluluk rollerine katılabilmesi için zihin sağlığının önemini vurgulasa da aslında dünyada depresyon oranları hızla artıyor.
Dünya Sağlık Örgütü tarafından yayınlanan rapora göre 2020 yılında anksiyete ve depresyon vakalarında %25 oranında artış yaşandı. Benzer şekilde prestijli bir tıp dergisi olan The Lancet tarafından yayımlanan araştırmalar, global ölçekte akıl sağlığıyla ilgili endişe verici çıkarımlar ortaya koydu. 1 Ocak 2020 ve 29 Ocak 2021 tarihleri arasında 204 ülkeden veriler toplandı. Buna göre söz konusu zaman dilimde Türkiye’de majör depresyon vakalarında %38, anksiyete vakalarında oran %32 artış yaşandı. Türkiye’nin yanı sıra Arjantin, Meksika, Peru, Şili, Güney Afrika, İran ve Mısır da majör depresyon vakalarındaki artışla listenin ilk sıralarında yer aldı.
Zihinsel, duygusal ve sosyal sağlığı etkileyen faktörler, hem toplumsal hem bireysel farklılıklar gösterebiliyor. Örneğin, Avrupa Birliği tarafından paylaşılan istatistiklere göre kronik depresyonla daha çok kadınlar mücadele ediyor. Tüm bu çarpıcı istatistikler, ruh sağlığının global açıdan önemini sergilerken aynı zamanda zihin sağlığına yönelik yaklaşımların geliştirilmesi gerektiğini de açıkça ortaya koyuyor.
Ruhsal sorunlar yaşayan bireylerin haklarının da insan hakları kapsamında olduğunu fark etmek, hem bireysel hem toplumsal bir değişim yaratabilir. Söz konusu bireyler, zihin ve ruh sağlığı alanına insan hakları nosyonuyla yaklaşıldığında toplumsal yaşama tam ve eşit katılım sağlayacak biçimde güçlendirilebilir. Bu alanda hazırlanacak sosyal politikalar ve yapılacak yasal değişiklikler sayesinde her açıdan insan onuruna yaraşır bir dünya mümkün kılınabilir.